Türkçe [Değiştir]

SÂFFÂT 1-182, 37/SÂFFÂT Suresi Türkçe Meâli

Hafız Abu Bakr al Shatri sesinden SÂFFÂT Suresi dinle!
Hafız Maher Al Mueaqly sesinden SÂFFÂT Suresi dinle!
Hafız Mishary AlAfasy sesinden SÂFFÂT Suresi dinle!
Sonraki
Önceki
share on facebook  tweet  share on google  print  

سورة الصّافّات

SÂFFÂT Suresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

وَالصَّافَّاتِ صَفًّا ﴿١﴾
37/SÂFFÂT-1: Ves sâffati saffâ(saffen).
Ve saf bağlayarak (huşû ile Allah’ın huzurunda) saf halinde bulunanlara andolsun. (1)
فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا ﴿٢﴾
37/SÂFFÂT-2: Fez zâcirâti zecrâ(zecran).
Toplayıp sevkedenlere (sağ ve sol kanat velîlerine). (2)
فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا ﴿٣﴾
37/SÂFFÂT-3: Fet tâliyâti zikrâ(zikran).
Zikrederek (Kur’ân) tilâvet edenlere (okuyanlara) (andolsun). (3)
إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ ﴿٤﴾
37/SÂFFÂT-4: İnne ilâhekum le vâhıdun.
Muhakkak ki sizin İlâhınız, mutlaka Tek’tir. (4)
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ ﴿٥﴾
37/SÂFFÂT-5: Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve rabbul meşârık(meşârıkı).
Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. Ve doğuların (da) Rabbidir. (5)
إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ ﴿٦﴾
37/SÂFFÂT-6: İnnâ zeyyennâs semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib(kevâkibi).
Muhakkak ki Biz; dünya semasını, yıldızları ziynet kılarak süsledik. (6)
وَحِفْظًا مِّن كُلِّ شَيْطَانٍ مَّارِدٍ ﴿٧﴾
37/SÂFFÂT-7: Ve hıfzan min kulli şeytânin mârid(mâridin).
Ve marid (azgın ve asi) şeytanların hepsinden muhafaza ederek. (7)
لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ ﴿٨﴾
37/SÂFFÂT-8: Lâ yessemmeûne ilâl meleil a’lâ ve yukzefûne min kulli cânib(cânibin).
Melei A’lâ’ya kulak verip dinleyemezler ve her taraftan atılırlar (kovulurlar). (8)
دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ﴿٩﴾
37/SÂFFÂT-9: Duhûran ve lehum azâbun vâsibun.
Kovulmuş olarak, onlar için kesilmeyen sürekli azap vardır. (9)
إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ﴿١٠﴾
37/SÂFFÂT-10: İllâ men hatıfel hatfete fe etbeahu şihâbun sâkibun.
Ancak kim bir söz kapıp kaçarsa, o taktirde kayıp giden yakıcı bir alev onu takip eder (ona ulaşır, yok eder). (10)
فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُم مِّن طِينٍ لَّازِبٍ ﴿١١﴾
37/SÂFFÂT-11: Festeftihim e hum eşeddu halkan em men halaknâ, innâ halaknâhum min tînin lâzibin.
Hayır, onlardan fetva iste (sor): "Onlar mı yaratılış bakımından daha kuvvetli, yoksa Bizim (diğer) yarattıklarımız mı?" Muhakkak ki Biz, onları yapışkan nemli topraktan yarattık. (11)
بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ ﴿١٢﴾
37/SÂFFÂT-12: Bel acibte ve yesharûn(yesharûne).
Evet, sen hayret ettin ve onlar (ise) alay ediyorlar. (12)
وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ ﴿١٣﴾
37/SÂFFÂT-13: Ve izâ zukkirû lâ yezkurûn(yezkurûne).
Ve (onlara) hatırlatılınca (anlatılınca) tezekkür etmezler (dinleyip hükme varamazlar). (13)
وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ ﴿١٤﴾
37/SÂFFÂT-14: Ve izâ raev âyeten yesteshırûn(yesteshırûne).
Ve bir âyet (mucize) gördükleri zaman alay ederler. (14)
وَقَالُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ ﴿١٥﴾
37/SÂFFÂT-15: Ve kâlû in hâzâ illâ sihrun mubîn(mubînun).
Ve: "Bu sadece apaçık bir sihirdir." dediler (derler). (15)
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ﴿١٦﴾
37/SÂFFÂT-16: E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le meb’ûsûn(meb’ûsûne).
Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı? Gerçekten biz, mutlaka beas edilenler (diriltilenler) mi olacağız? (16)
أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ ﴿١٧﴾
37/SÂFFÂT-17: E ve âbâunel evvelûn(evvelûne).
Ve evvelki babalarımız (atalarımız) da mı? (17)
قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَاخِرُونَ ﴿١٨﴾
37/SÂFFÂT-18: Kul neam ve entum dâhırûn(dâhırûne).
"Evet ve siz (yeniden yaratıldığınız zaman) hor ve hakir olacaklarsınız." de. (18)
فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ ﴿١٩﴾
37/SÂFFÂT-19: Fe innemâ hiye zecratun vâhıdetun fe izâ hum yenzurûn(yenzurûne).
İşte o, sadece tek bir çığlıktır. Onlar işte o zaman (diriltilince) bakacaklar (görecekler). (19)
وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هَذَا يَوْمُ الدِّينِ ﴿٢٠﴾
37/SÂFFÂT-20: Ve kâlû yâ veylenâ hâzâ yevmud dîn(dîni).
"Ve eyvahlar olsun bize, (işte) bu dîn günüdür." dediler. (20)
هَذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ ﴿٢١﴾
37/SÂFFÂT-21: Hâzâ yevmul faslillezî kuntum bihî tukezzibûn(tukezzibûne).
(İşte) bu tekzip etmiş (yalanlamış) olduğunuz fasıl (haklıyı haksızdan ayırma, hüküm verme) günüdür. (21)
احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ ﴿٢٢﴾
37/SÂFFÂT-22: Uhşurûllezîne zalemû ve ezvâcehum ve mâ kânû ya’budûn(ya’budûne).
Zulmedenleri ve onların eşlerini (zevcelerini) haşredin (biraraya toplayın)! Ve onların tapmış oldukları şeyleri (de). (22)
مِن دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ ﴿٢٣﴾
37/SÂFFÂT-23: Min dûnillâhi fehdûhum ilâ sırâtıl cahîm(cahîmi).
Allah’tan başka (taptıkları). Artık onları cahîm (cehennem) yoluna hidayet edin (ulaştırın). (23)
وَقِفُوهُمْ إِنَّهُم مَّسْئُولُونَ ﴿٢٤﴾
37/SÂFFÂT-24: Vakıfûhum innehum mes’ûlûn(mes’ûlûne).
Artık onları tevkif edin (tutuklayın). Muhakkak ki onlar, mesuldürler (sorumludurlar). (24)
مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ ﴿٢٥﴾
37/SÂFFÂT-25: Mâ lekum lâ tenâsarûn(tenâsarûne).
Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz. (25)
بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ ﴿٢٦﴾
37/SÂFFÂT-26: Bel humul yevme musteslimûn(musteslimûne).
Hayır, onlar bugün teslim olanlardır. (26)
وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ ﴿٢٧﴾
37/SÂFFÂT-27: Ve akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Ve karşılıklı yönelip birbirlerine (hesap) sorarlar. (27)
قَالُوا إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ ﴿٢٨﴾
37/SÂFFÂT-28: Kâlû innekum kuntum te’tûnenâ anil yemîn(yemîni).
"Gerçekten siz bize, sağ taraftan (Allah taraftarıymış gibi) geliyordunuz." dediler (derler). (28)
قَالُوا بَل لَّمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ ﴿٢٩﴾
37/SÂFFÂT-29: Kâlû bel lem tekûnû mu’minîn( mu’minîne).
"Hayır, siz mü’min olmamıştınız (Allah’a ulaşmayı dilememiştiniz)." dediler (derler). (29)
وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ ﴿٣٠﴾
37/SÂFFÂT-30: Ve mâ kâne lenâ aleykum min sultânin, bel kuntum kavmen tâgîn(tâgîne).
Ve bizim, sizin üzerinizde bir sultanlığımız, hükümranlığımız olmadı (yoktu). Hayır siz azgın bir kavim olmuştunuz. (30)
فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا إِنَّا لَذَائِقُونَ ﴿٣١﴾
37/SÂFFÂT-31: Fe hakka aleynâ kavlu rabbinâ innâ le zâıkûn(zâıkûne).
Artık Rabbimizin (azap) sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak ki biz, onu (azabı) mutlaka tadacak olanlarız. (31)
فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ ﴿٣٢﴾
37/SÂFFÂT-32: Fe agveynâkum innâ kunnâ gâvîn(gâvîne).
Evet, sizi biz azdırdık. Gerçekten biz azgınlar olmuştuk. (32)
فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٣﴾
37/SÂFFÂT-33: Fe innehum yevme izin fîl azâbi muşterikûn(muşterikûne).
İşte muhakkak ki onlar, izin günü azapta ortak olanlardır. (33)
إِنَّا كَذَلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ ﴿٣٤﴾
37/SÂFFÂT-34: İnnâ kezâlike nef’alu bil mucrimîn(mucrimîne).
Gerçekten Biz, mücrimlere (suçlulara) işte böyle yaparız. (34)
إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٣٥﴾
37/SÂFFÂT-35: İnnehum kânû izâ kîle lehum lâ ilâhe illâllâhu yestekbirûn(yestekbirûne).
Onlara: "Allah’tan başka İlâh yoktur." denildiği zaman, onlar mutlaka kibirleniyorlardı. (35)
وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوا آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَّجْنُونٍ ﴿٣٦﴾
37/SÂFFÂT-36: Ve yekûlûne e innâ le târikû âlihetinâ li şâirin mecnûn(mecnûnin).
Ve onlar: "Mecnun (deli) bir şair için, gerçekten biz, ilâhlarımızı terkedenler mi olacağız?" diyorlar(dı). (36)
بَلْ جَاء بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ ﴿٣٧﴾
37/SÂFFÂT-37: Bel câe bil hakkı ve saddakal murselîn(murselîne).
Hayır, o hakkı getirdi. Ve mürselleri (gönderilmiş olan resûlleri) tasdik etti. (37)
إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ ﴿٣٨﴾
37/SÂFFÂT-38: İnnekum le zâikûl azâbil elîm(elîmi).
Muhakkak ki siz, elîm azabı mutlaka tadacak olanlarsınız. (38)
وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٣٩﴾
37/SÂFFÂT-39: Ve mâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve yapmış olduklarınızdan başka bir şeyle cezalandırılmazsınız. (39)
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ ﴿٤٠﴾
37/SÂFFÂT-40: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah’ın muhlis (halis) kulları hariç. (40)
أُوْلَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَّعْلُومٌ ﴿٤١﴾
37/SÂFFÂT-41: Ulâike lehum rızkun ma’lûm(ma’lûmun).
İşte onlar; onlar için malûm (bilinen) bir rızık vardır. (41)
فَوَاكِهُ وَهُم مُّكْرَمُونَ ﴿٤٢﴾
37/SÂFFÂT-42: Fevâkihu, ve hum mukramûn(mukramûne).
Ve meyveler, onlar ikram olunanlardır. (42)
فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ ﴿٤٣﴾
عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ ﴿٤٤﴾
37/SÂFFÂT-44: Alâ sururin mutekâbilîn(mutekâbilîne).
Karşılıklı tahtlar üzerinde. (44)
يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍ مِن مَّعِينٍ ﴿٤٥﴾
37/SÂFFÂT-45: Yutâfu aleyhim bi ke’sin min maîn(maînin).
Onların etrafında akan sudan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır. (45)
بَيْضَاء لَذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ ﴿٤٦﴾
لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ ﴿٤٧﴾
37/SÂFFÂT-47: Lâ fîhâ gavlun ve lâ hum anhâ yunzefûn(yunzefûne).
Onun içinde aklı gideren bir şey yoktur. Ve onlar, ondan (o maiden) sarhoş olmazlar. (47)
وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ ﴿٤٨﴾
37/SÂFFÂT-48: Ve indehum kâsırâtut tarfı în(înun).
Ve onların yanında, bakışlarını saklayan (sadece onlara çeviren) güzel gözlü kadınlar vardır. (48)
كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَّكْنُونٌ ﴿٤٩﴾
37/SÂFFÂT-49: Ke enne hunne beydun meknûn(meknûnun).
Onlar muhafaza edilmiş (el değmemiş) yumurta gibidir. (49)
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ ﴿٥٠﴾
37/SÂFFÂT-50: Fe akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Bundan sonra, karşılıklı yönelip birbirlerine sorarlar. (50)
قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ ﴿٥١﴾
37/SÂFFÂT-51: Kâle kâilun minhum innî kâne lî karîn(karînun).
Onlardan konuşan birisi: "Gerçekten benim bir yakınım vardı." dedi (der). (51)
يَقُولُ أَئِنَّكَ لَمِنْ الْمُصَدِّقِينَ ﴿٥٢﴾
37/SÂFFÂT-52: Yekûlu e inneke le minel musaddikîn(musaddikîne).
"Sen gerçekten (tekrar dirilmeyi) tasdik edenlerden misin?" dedi. (52)
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَدِينُونَ ﴿٥٣﴾
37/SÂFFÂT-53: E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le medînûn(medînûne).
Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı? Gerçekten biz mutlaka cezalandırılacak olanlar mıyız? (53)
قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ ﴿٥٤﴾
37/SÂFFÂT-54: Kâle hel entum muttaliûn(muttaliûne).
"Siz muttali olanlar mısınız (onun halini yakînen bilenler misiniz)?" dedi. (54)
فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاء الْجَحِيمِ ﴿٥٥﴾
37/SÂFFÂT-55: Fettalea fe raâhu fî sevâil cahîm(cahîmi).
O zaman (onun haline) muttali oldu. Ve böylece onu ateşin ortasında gördü. (55)
قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدتَّ لَتُرْدِينِ ﴿٥٦﴾
37/SÂFFÂT-56: Kâle tallâhi in kidte le turdîn(turdîne).
"Allah’a yemin olsun ki, sen az daha beni de gerçekten helâk edecektin?" dedi. (56)
وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ ﴿٥٧﴾
37/SÂFFÂT-57: Ve lev lâ ni’metu rabbî le kuntu minel muhdarîn(muhdarîne).
Ve eğer Rabbimin ni’meti olmasaydı, mutlaka ben de (cehennemde yanmak üzere) hazır bulundurulanlardan olurdum. (57)
أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ ﴿٥٨﴾
37/SÂFFÂT-58: E fe mâ nahnu bi meyyitîn(meyyitîne).
Artık biz (bir daha) ölecek değiliz, öyle değil mi? (58)
إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ ﴿٥٩﴾
37/SÂFFÂT-59: İllâ mevtetenâl ûlâ ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).
Bizim ilk ölümümüz hariç. Ve biz azap görecek olanlar (da) değiliz. (59)
إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴿٦٠﴾
37/SÂFFÂT-60: İnne hâzâ le huvel fevzul azîm(azîmu).
Muhakkak ki bu gerçekten fevzül azîmdir (en büyük kurtuluştur). (60)
لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُونَ ﴿٦١﴾
37/SÂFFÂT-61: Li misli hâzâ felya’melil âmilûn(âmilûne).
Artık amel edenler, bunun (fevzül azîm hedefine ulaşmak) için çalışsınlar. (61)
أَذَلِكَ خَيْرٌ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ ﴿٦٢﴾
37/SÂFFÂT-62: E zâlike hayrun nuzulen em şeceratuz zakkûm(zakkûmi).
Nüzul (Allah’tan indirilen karşılık) olarak bu mu yoksa zakkum ağacı mı daha hayırlı? (62)
إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِّلظَّالِمِينَ ﴿٦٣﴾
37/SÂFFÂT-63: İnnâ cealnâhâ fitneten liz zâlimîn(zâlimîne).
Muhakkak ki Biz, onu (zakkum ağacını) zalimler için fitne (imtihan) kıldık. (63)
إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ ﴿٦٤﴾
37/SÂFFÂT-64: İnnehâ şeceratun tahrucu fî aslil cahîm(cahîmi).
Muhakkak ki o (zakkum ağacı), cahîmin (cehennemin) dibinde çıkan bir ağaçtır. (64)
طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُؤُوسُ الشَّيَاطِينِ ﴿٦٥﴾
37/SÂFFÂT-65: Tal’uhâ ke ennehu ruûsuş şeyâtîn(şeyâtîni).
Onun meyveleri şeytanların başları gibidir. (65)
فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ ﴿٦٦﴾
37/SÂFFÂT-66: Fe innehum le âkilûne minhâ fe mâliûne minhâl butûn(butûni).
Muhakkak ki onlar, mutlaka ondan (zakkum ağacından) yiyecek, böylece onunla karınlarını dolduracak (doyuracak) olanlardır. (66)
ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِّنْ حَمِيمٍ ﴿٦٧﴾
37/SÂFFÂT-67: Summe inne lehum aleyhâ le şevben min hamîm(hamîmin).
Sonra da muhakkak ki onlar için onun üstüne, mutlaka hamim (kaynar su) karıştırılmış (içecek) vardır. (67)
ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ ﴿٦٨﴾
37/SÂFFÂT-68: Summe inne merciahum le ilâl cahîm(cahîmi).
Sonra muhakkak ki onların mercileri (dönüşleri), kesinlikle cehennemedir. (68)
إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءهُمْ ضَالِّينَ ﴿٦٩﴾
37/SÂFFÂT-69: İnnehum elfev âbâehum dâllîne.
Muhakkak ki onlar, babalarını (atalarını) dalâlette buldular. (69)
فَهُمْ عَلَى آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ ﴿٧٠﴾
37/SÂFFÂT-70: Fe hum alâ âsârihim yuhraûn(yuhraûne).
Onlar, onların (babalarının) izleri üzerinde koşuyorlar(dı). (70)
وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ ﴿٧١﴾
37/SÂFFÂT-71: Ve lekad dalle kablehum ekserul evvelîn(evvelîne).
Andolsun ki, onlardan önce, evvelkilerin çoğu (da) dalâlette idiler. (71)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ ﴿٧٢﴾
37/SÂFFÂT-72: Ve lekad erselnâ fî him munzirîn(munzirîne).
Ve andolsun ki, onlara nezirler (uyarıcılar) gönderdik. (72)
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنذَرِينَ ﴿٧٣﴾
37/SÂFFÂT-73: Fanzur keyfe kâne âkibetul munzerîn(munzerîne).
O zaman uyarılanların akıbetleri nasıl oldu, bak! (73)
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ ﴿٧٤﴾
37/SÂFFÂT-74: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Ancak Allah’ın muhlis kulları hariç. (74)
وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ ﴿٧٥﴾
37/SÂFFÂT-75: Ve lekad nâdânâ nûhun fe le ni’mel mucîbûn(mucîbûne).
Ve andolsun ki Nuh (A.S), Bize nida etti. İşte duasına icabet edilenler gerçekten ne güzel (ne güzel bir durumdadırlar). (75)
وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ ﴿٧٦﴾
37/SÂFFÂT-76: Ve necceynâhu ve ehlehu minel kerbil azîm(azîmi).
Ve O’nu (Hz. Nuh’u) ve O’nun ailesini kerbil azîmden (büyük üzüntüden) kurtardık. (76)
وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمْ الْبَاقِينَ ﴿٧٧﴾
37/SÂFFÂT-77: Ve cealnâ zurriyyetehu humul bâkîn(bâkîne).
Ve O’nun (Nuh A.S’ın) zürriyetini (kıyâmete kadar) bâki kalanlardan kıldık. (77)
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ ﴿٧٨﴾
37/SÂFFÂT-78: Ve teraknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
Ve sonrakiler arasında ona (şerefli bir anı) bıraktık. (78)
سَلَامٌ عَلَى نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ ﴿٧٩﴾
37/SÂFFÂT-79: Selâmun alâ nûhın fîl âlemîn(âlemîne).
Âlemler içinde Nuh (A.S)’a selâm olsun. (79)
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿٨٠﴾
37/SÂFFÂT-80: İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. (80)
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ ﴿٨١﴾
37/SÂFFÂT-81: İnnehu min ibâdinâl mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki o, Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır. (81)
ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ ﴿٨٢﴾
37/SÂFFÂT-82: Summe agraknâl âharîn(âharîne).
Sonra diğerlerini (suda) boğduk. (82)
وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ ﴿٨٣﴾
37/SÂFFÂT-83: Ve inne min şîatihî le ibrâhîm(ibrâhîme).
Ve muhakkak ki, onun dîninden olanlardan (önemli biri de) İbrâhîm (A.S)’dır. (83)
إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ ﴿٨٤﴾
37/SÂFFÂT-84: İz câe rabbehu bi kalbin selîm(selîmin).
O, Rabbine selîm bir kalp ile gelmişti. (84)
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ ﴿٨٥﴾
37/SÂFFÂT-85: İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâzâ ta’budûn(ta’budûne).
Babasına ve kavmine: "Nedir bu sizin taptıklarınız?" demişti. (85)
أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ ﴿٨٦﴾
37/SÂFFÂT-86: E ifken âliheten dûnallâhi turîdûn(turîdûne).
İftira ederek mi (Allah’a karşı yalan söyleyerek mi) Allah’tan başka ilâhlar istiyorsunuz? (86)
فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٨٧﴾
37/SÂFFÂT-87: Fe mâ zannukum bi rabbil âlemîn(âlemîne).
Âlemlerin Rabbi hakkında sizin zannınız nedir? (87)
فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ ﴿٨٨﴾
37/SÂFFÂT-88: Fe nazara nazraten fîn nucûm(nucûmi).
Sonra yıldızlara nazar ederek baktı. (88)
فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ ﴿٨٩﴾
37/SÂFFÂT-89: Fe kâle innî sakîm(sakîmun).
Bunun üzerine "Ben gerçekten hastayım." dedi. (89)
فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ ﴿٩٠﴾
37/SÂFFÂT-90: Fe tevellev anhu mudbirîn(mudbirîne).
Bunun üzerine ona arkalarını dönüp gittiler. (90)
فَرَاغَ إِلَى آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ ﴿٩١﴾
37/SÂFFÂT-91: Ferâga ilâ âlihetihim fe kâle e lâ te’kulûn(te’kulûne).
Onların ilâhları ile ilgilendi ve: "Yani (siz yemek) yemiyor musunuz?" dedi. (91)
مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ ﴿٩٢﴾
37/SÂFFÂT-92: Mâ lekum lâ tentıkûn(tentıkûne).
Yoksa siz konuşmuyor musunuz? (92)
فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ ﴿٩٣﴾
37/SÂFFÂT-93: Ferâga aleyhim darben bil yemîn(yemîni).
Sağ eliyle vurarak onları devirdi (kırdı). (93)
فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ ﴿٩٤﴾
37/SÂFFÂT-94: Fe akbelû ileyhi yeziffûn(yeziffûne).
Bunun üzerine hızlı hızlı koşarak karşısına dikildiler. (94)
قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ ﴿٩٥﴾
37/SÂFFÂT-95: Kâle e ta’budûne mâ tenhıtûn(tenhıtûne).
(İbrâhîm A.S): "Siz yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi. (95)
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾
37/SÂFFÂT-96: Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn(ta’melûne).
Ve (oysaki) sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı. (96)
قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ ﴿٩٧﴾
37/SÂFFÂT-97: Kâlûbnû lehu bunyânen fe elkûhu fîl cahîm(cahîmi).
"Onun için yüksek binalar (mancınık) inşa edin. Sonra da onu alevlerle yanan ateşin içine atın!" dediler. (97)
فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ ﴿٩٨﴾
37/SÂFFÂT-98: Fe erâdû bihî keyden fe cealnâ humul esfelîn(esfelîne).
Sonra ona tuzak hazırlamak istediler. Bunun üzerine onları esfelîn (en çok sefil olanlar) kıldık. (98)
وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَى رَبِّي سَيَهْدِينِ ﴿٩٩﴾
37/SÂFFÂT-99: Ve kâle innî zâhibun ilâ rabbî se yehdîni.
"Ve muhakkak ki ben, Rabbime ulaşan olacağım. O, beni hidayete erdirecek." dedi. (99)
رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ ﴿١٠٠﴾
37/SÂFFÂT-100: Rabbi heb lî mines sâlihîn(sâlihîne).
Rabbim, bana salihlerden (evlâtlar) bağışla. (100)
فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ ﴿١٠١﴾
37/SÂFFÂT-101: Fe beşşernâhu bi gulâmin halîm(halîmin).
Böylece onu, halim bir oğulla müjdeledik. (101)
فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ ﴿١٠٢﴾
37/SÂFFÂT-102: Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tu’meru se tecidunî inşâallâhu mines sâbirîn(sâbirîne).
Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: "Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi bak (bir düşün). Bu konudaki görüşün nedir?" (İsmail A.S): "Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. (102)
فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ ﴿١٠٣﴾
37/SÂFFÂT-103: Fe lemmâ eslemâ ve tellehu lil cebîn(cebîni).
Böylece ikisi de (Allah’a) teslim olunca, (İbrâhîm A.S) onu alnı üzerine yatırdı. (103)
وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ ﴿١٠٤﴾
37/SÂFFÂT-104: Ve nâdeynâhu en yâ ibrâhîm(ibrâhîmu).
Ve ona "Ey İbrâhîm!" diye nida ettik (seslendik). (104)
قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿١٠٥﴾
37/SÂFFÂT-105: Kad saddakter ru’yâ, innâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Sen rüyaya sadık kaldın (yerine getirdin). Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. (105)
إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاء الْمُبِينُ ﴿١٠٦﴾
37/SÂFFÂT-106: İnne hâzâ le huvel belâul mubîn(mubînu).
Muhakkak ki bu, kesin olarak apaçık bir imtihandır. (106)
وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ ﴿١٠٧﴾
37/SÂFFÂT-107: Ve fedeynâhu bi zibhın azîm(azîmin).
Ve ona büyük bir kurbanı fidye (oğluna karşı bedel olarak) verdik. (107)
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ ﴿١٠٨﴾
37/SÂFFÂT-108: Ve teraknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
Sonrakiler arasında ona (şerefli bir anı) bıraktık. (108)
سَلَامٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ ﴿١٠٩﴾
37/SÂFFÂT-109: Selâmun alâ ibrâhîm(ibrâhîme).
İbrâhîm (A.S)’a selâm olsun. (109)
كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿١١٠﴾
37/SÂFFÂT-110: Kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. (110)
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ ﴿١١١﴾
37/SÂFFÂT-111: İnnehu min ibâdinâl mu’minîn( mu’minîne).
Muhakkak ki o, Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır. (111)
وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَقَ نَبِيًّا مِّنَ الصَّالِحِينَ ﴿١١٢﴾
37/SÂFFÂT-112: Ve beşşernâhu bi ishâka nebiyyen mines sâlihîn(sâlihîne).
Ve Biz, onu salihlerden bir Nebî (Peygamber) olan İshak ile müjdeledik. (112)
وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَى إِسْحَقَ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ مُبِينٌ ﴿١١٣﴾
37/SÂFFÂT-113: Ve bâraknâ aleyhi ve alâ ishâk(ishâka), ve min zurriyyetihimâ muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubîn(mubînun).
Ve O’na (Hz. İbrâhîm’e) ve İshak’a bereket verdik (mübarek kıldık). Ve ikisinin zürriyetinden muhsin olan (da), nefsine apaçık zulmeden (de) var. (113)
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ ﴿١١٤﴾
37/SÂFFÂT-114: Ve lekad menennâ alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
Ve andolsun ki Musa (A.S)’ı ve Harun (A.S)’ı ni’metlendirdik. (114)
وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ ﴿١١٥﴾
37/SÂFFÂT-115: Ve necceynâ humâ ve kavme humâ minel kerbil azîm(azîmi).
Ve ikisini ve onların kavimlerini kerbil azîmden (büyük üzüntüden) kurtardık. (115)
وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ ﴿١١٦﴾
37/SÂFFÂT-116: Ve nasarnâhum fe kânû humul gâlibîn(gâlibîne).
Ve onlara yardım ettik. Böylece gâlip gelenler onlar oldu. (116)
وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ ﴿١١٧﴾
37/SÂFFÂT-117: Ve âteynâ humâl kitâbel mustebîn(mustebîne).
Ve ikisine (hakikati) açıklayan kitabı verdik. (117)
وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ﴿١١٨﴾
37/SÂFFÂT-118: Ve hedeynâ humâs sırâtal mustakîm(mustakîme).
Ve ikisini (de) Sıratı Mustakîm'e hidayet ettik (ulaştırdık). (118)
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ ﴿١١٩﴾
37/SÂFFÂT-119: Ve teraknâ aleyhimâ fîl âhirîn(âhirîne).
Ve sonrakiler arasında ikisine (şerefli bir anı) bıraktık. (119)
سَلَامٌ عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ ﴿١٢٠﴾
37/SÂFFÂT-120: Selâmun alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
Musa (A.S)’a ve Harun (A.S)’a selâm olsun. (120)
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿١٢١﴾
37/SÂFFÂT-121: İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. (121)
إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ ﴿١٢٢﴾
37/SÂFFÂT-122: İnne humâ min ibâdinâl mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki ikisi (de) Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır. (122)
وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٢٣﴾
37/SÂFFÂT-123: Ve inne ilyâse le minel murselîn(murselîne).
Ve muhakkak ki İlyas (A.S), mutlaka gönderilen (resûl)lerdendir. (123)
إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٢٤﴾
37/SÂFFÂT-124: İz kâle li kavmihî e lâ tettekûn(tettekûne).
(İlyas A.S) kavmine: "Siz takva sahibi olmayacak mısınız?" demişti. (124)
أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ ﴿١٢٥﴾
37/SÂFFÂT-125: E ted’ûne ba’len ve tezerûne ahsenel hâlikîn(hâlikîne).
Siz (bir put olan) Ba’le mi tapıyorsunuz? Ve Yaratıcılar’ın En Güzeli’ni (Allah’ı) terk mi ediyorsunuz (vaz mı geçiyorsunuz)? (125)
وَاللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ ﴿١٢٦﴾
37/SÂFFÂT-126: Allâhe rabbekum ve rabbe âbâikumul evvelîn(evvelîne).
Allah, sizin ve evvelki babalarınızın (atalarınızın) Rabbidir. (126)
فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ ﴿١٢٧﴾
37/SÂFFÂT-127: Fe kezzebûhu fe inne hum le muhdarûn(muhdarûne).
Fakat onu yalanladılar. Bu sebeple muhakkak ki onlar, gerçekten (cehennemde) hazır bulundurulacak olanlardır. (127)
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ ﴿١٢٨﴾
37/SÂFFÂT-128: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah’ın muhlis kulları hariç. (128)
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ ﴿١٢٩﴾
37/SÂFFÂT-129: Ve teraknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
Ve sonrakiler arasında ona (şerefli bir anı) bıraktık. (129)
سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ ﴿١٣٠﴾
37/SÂFFÂT-130: Selâmun alâ ilyâsîn(ilyâsîne).
İlyas (A.S)’a selâm olsun. (130)
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ ﴿١٣١﴾
37/SÂFFÂT-131: İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. (131)
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ ﴿١٣٢﴾
37/SÂFFÂT-132: İnnehu min ibâdinâl mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki o, Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır. (132)
وَإِنَّ لُوطًا لَّمِنَ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٣٣﴾
37/SÂFFÂT-133: Ve inne lûtan le minel murselîn(murselîne).
Ve muhakkak ki Lut (A.S), gerçekten gönderilmiş olan resûllerdendir. (133)
إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ ﴿١٣٤﴾
37/SÂFFÂT-134: İz necceynâhu ve ehlehû ecmaîn(ecmaîne).
Onu ve onun ailesini, hepsini kurtarmıştık. (134)
إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ ﴿١٣٥﴾
37/SÂFFÂT-135: İllâ acûzen fîl gâbirîn(gâbirîne).
Geride kalanlar arasında acuze bir kadın hariç. (135)
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ ﴿١٣٦﴾
37/SÂFFÂT-136: Summe demmernâl âharîn(âharîne).
Sonra diğerlerini dumura uğrattık (kökünü kazıdık, yok ettik). (136)
وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ ﴿١٣٧﴾
37/SÂFFÂT-137: Ve innekum le temurrûne aleyhim musbihîn(musbihîne).
Ve muhakkak ki siz, sabahları onlara mutlaka uğruyorsunuz. (137)
وَبِاللَّيْلِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿١٣٨﴾
37/SÂFFÂT-138: Ve bil leyli e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).
Ve geceleyin de. Hâlâ akıl etmez misiniz? (138)
وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ ﴿١٣٩﴾
37/SÂFFÂT-139: Ve inne yûnuse le minel murselîn(murselîne).
Ve muhakkak ki Yunus (A.S), gerçekten gönderilmiş (resûl)lerdendir. (139)
إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ ﴿١٤٠﴾
37/SÂFFÂT-140: İz ebeka ilâl fulkil meşhûn(meşhûni).
O (Yunus A.S) dolu bir gemiye (gemi ile) kaçmıştı. (140)
فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنْ الْمُدْحَضِينَ ﴿١٤١﴾
37/SÂFFÂT-141: Fe sâheme fe kâne minel mudhadîn(mudhadîne).
Böylece kur’a çekti. Sonunda kaybedenlerden oldu. (141)
فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ ﴿١٤٢﴾
37/SÂFFÂT-142: Feltekamehul hûtu ve huve mulîm(mulîmun).
Onu (Yunus A.S’ı) hemen bir balık yuttu. O, levmedilen biriydi (kendi kendini kınıyordu). (142)
فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنْ الْمُسَبِّحِينَ ﴿١٤٣﴾
37/SÂFFÂT-143: Fe lev lâ ennehu kâne minel musebbihîn(musebbihîne).
Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı. (143)
لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿١٤٤﴾
37/SÂFFÂT-144: Le lebise fî batnihî ilâ yevmi yub’asûn(yub’asûne).
Muhakkak ki o, beas gününe (kıyâmet gününe) kadar onun (balığın) karnında kalırdı. (144)
فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاء وَهُوَ سَقِيمٌ ﴿١٤٥﴾
37/SÂFFÂT-145: Fe nebeznâhu bil arâi ve huve sakîm(sakîmun).
Bunun üzerine onu, bitkin (hasta) bir halde boş bir alana (sahile) attık. (145)
وَأَنبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِّن يَقْطِينٍ ﴿١٤٦﴾
37/SÂFFÂT-146: Ve enbetnâ aleyhi şeceraten min yaktîn(yaktînin).
Ve onun üzerine (gölgelik olarak) kabak cinsinden (geniş yapraklı) bir ağaç bitirdik (yetiştirdik). (146)
وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ ﴿١٤٧﴾
37/SÂFFÂT-147: Ve erselnâhu ilâ mieti elfin ev yezîdûn(yezidûne).
Ve onu yüz bin veya daha fazla (kişiye), (resûl olarak) gönderdik. (147)
فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ ﴿١٤٨﴾
37/SÂFFÂT-148: Fe âmenû fe metta’nâhum ilâ hîn(hînin).
Böylece âmenû oldular (Allah’a ulaşmayı dilediler). Bunun üzerine onları bir süre kadar metalandırdık (faydalandırdık). (148)
فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ ﴿١٤٩﴾
37/SÂFFÂT-149: Festeftihim e li rabbikel benâtu ve lehumul benûn(benûne).
Haydi, onlardan fetva (açıklama) iste: "Kızlar Rabbinin de oğlanlar onların mı?" (149)
أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ ﴿١٥٠﴾
37/SÂFFÂT-150: Em halaknâl melâikete inâsen ve hum şâhidûn(şâhidûne).
Yoksa melekleri, Biz dişi olarak yarattık da onlar şahit mi oldular? (150)
أَلَا إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ ﴿١٥١﴾
37/SÂFFÂT-151: E lâ innehum min ifkihim le yekûlûn(yekûlûne).
Yalanlarından dolayı mutlaka (şöyle, şöyle) diyenler kesinlikle onlar değil mi? (151)
وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿١٥٢﴾
37/SÂFFÂT-152: Veledallâhu ve innehum le kâzibûn(kâzibûne).
"Allah doğurdu." Muhakkak ki onlar, kesinlikle yalan söyleyenlerdir. (152)
أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ ﴿١٥٣﴾
37/SÂFFÂT-153: Astafel benâti alâl benîn(benîne).
(Allah), kızları oğlanlara tercih (mi) etti? (153)
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿١٥٤﴾
37/SÂFFÂT-154: Mâ lekum, keyfe tahkumûn(tahkumûne).
Size ne oluyor? Nasıl (böyle) hüküm veriyorsunuz? (154)
أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿١٥٥﴾
37/SÂFFÂT-155: E fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz? (155)
أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُّبِينٌ ﴿١٥٦﴾
37/SÂFFÂT-156: Em lekum sultânun mubîn(mubînun).
Yoksa sizin apaçık bir sultanınız (deliliniz) mi var? (156)
فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ﴿١٥٧﴾
37/SÂFFÂT-157: Fe’tû bi kitâbikum in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
Eğer siz sadıklardansanız, o taktirde kitabınızı getirin. (157)
وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ ﴿١٥٨﴾
37/SÂFFÂT-158: Ve cealû beynehu ve beynel cinneti nesebâ(neseben), ve lekad alimetil cinnetu innehum le muhdarûn(muhdarûne).
Ve Allah ile cinler arasında neseb (soybağı) kıldılar (uydurdular). Ve andolsun ki cinler, (cehennemde) mutlaka hazır bulundurulacaklarını biliyorlardı. (158)
سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿١٥٩﴾
37/SÂFFÂT-159: Subhânallâhi ammâ yasifûn(yasifûne).
Allah, onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir). (159)
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ ﴿١٦٠﴾
37/SÂFFÂT-160: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah’ın muhlis kulları hariç. (160)
فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ ﴿١٦١﴾
37/SÂFFÂT-161: Fe innekum ve mâ ta’budûn(ta’budûne).
Bundan sonra muhakkak ki siz ve sizin taptıklarınız. (161)
مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ ﴿١٦٢﴾
37/SÂFFÂT-162: Mâ entum aleyhi bi fâtinîn(fâtinîne).
Onun (Allah’ın) aleyhinde, kimseyi fitneye düşürecek değilsiniz (düşüremezsiniz). (162)
إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ ﴿١٦٣﴾
37/SÂFFÂT-163: İllâ men huve sâlil cahîm(cahîmi).
Ama cehenneme girecek olanlar hariç. (163)
وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ ﴿١٦٤﴾
37/SÂFFÂT-164: Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm(ma’lûmun).
Ve bizden (hiç) kimse yoktur ki, onun bilinen bir makamı olmasın. (164)
وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ ﴿١٦٥﴾
37/SÂFFÂT-165: Ve innâ le nahnus sâffûn(sâffûne).
Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ın huzurunda) saf saf duranlarız. (165)
وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ ﴿١٦٦﴾
37/SÂFFÂT-166: Ve innâ le nahnul musebbihûn(musebbihûne).
Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ı) tesbih edenleriz. (166)
وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ ﴿١٦٧﴾
37/SÂFFÂT-167: Ve in kânû le yekûlûn(yekûlûne).
Ve onlar mutlaka, sadece (şöyle) diyorlardı. (167)
لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًا مِّنْ الْأَوَّلِينَ ﴿١٦٨﴾
37/SÂFFÂT-168: Lev enne indenâ zikran minel evvelîn(evvelîne).
Keşke bizim yanımızda (elimizde) evvelkilere verilenlerden bir zikir (bir kitap) olsaydı. (168)
لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ ﴿١٦٩﴾
37/SÂFFÂT-169: Le kunnâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
(O zaman) mutlaka biz, Allah’ın muhlis kullarından olurduk. (169)
فَكَفَرُوا بِهِ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿١٧٠﴾
37/SÂFFÂT-170: Fe keferû bihî, fe sevfe ya’lemûn(ya’lemûne).
Buna rağmen O’nu (Zikri: Kur’ân-ı Kerim’i) inkâr ettiler. Fakat yakında bilecekler. (170)
وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ ﴿١٧١﴾
37/SÂFFÂT-171: Ve lekad sebekat kelimetunâ li ibâdinâl murselîn(murselîne).
Ve andolsun ki gönderilen kullarımız için Bizim (daha önce) bir sözümüz geçti (onlara söz vermiştik). (171)
إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنصُورُونَ ﴿١٧٢﴾
37/SÂFFÂT-172: İnnehum le humul mensûrûn(mensûrûne).
Muhakkak ki onlar, mutlaka yardım edilecek olanlardır. (172)
وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ ﴿١٧٣﴾
37/SÂFFÂT-173: Ve inne cundenâ le humul gâlibûn(gâlibûne).
Ve muhakkak ki gâlip gelecek olanlar, mutlaka Bizim ordularımızdır. (173)
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ ﴿١٧٤﴾
37/SÂFFÂT-174: Fe tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Artık bir süre kadar onlardan yüz çevir. (174)
وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٥﴾
37/SÂFFÂT-175: Ve ebsirhum fe sevfe yubsirûn(yubsirûne).
Ve onları gözle! Yakında onlar da görecekler. (175)
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿١٧٦﴾
37/SÂFFÂT-176: E fe bi azâbinâ yesta’cilûn(yesta’cilûne).
Hâlâ azabımızı acele olarak mı istiyorlar? (176)
فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاء صَبَاحُ الْمُنذَرِينَ ﴿١٧٧﴾
37/SÂFFÂT-177: Fe izâ nezele bi sâhatihim fe sâe sabâhul munzerîn(munzerîne).
Onların sahasına (bulundukları yere) (azap) indiği zaman, işte (o gün) uyarılanların sabahı (ne kadar) kötü oldu (olacak). (177)
وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ ﴿١٧٨﴾
37/SÂFFÂT-178: Ve tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Ve bir süre kadar onlardan yüz çevir. (178)
وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٩﴾
37/SÂFFÂT-179: Ve ebsir fe sevfe yubsirûn(yubsırûne).
Ve gözle! Yakında onlar da görecekler. (179)
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿١٨٠﴾
37/SÂFFÂT-180: Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn(yasifûne).
Senin izzet sahibi Rabbin onların vasıflandırmalarından (zanlarından) Sübhan’dır (münezzehtir). (180)
وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ ﴿١٨١﴾
37/SÂFFÂT-181: Ve selâmun alâl murselîn(murselîne).
Ve gönderilen resûllere selâm olsun. (181)
وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿١٨٢﴾
37/SÂFFÂT-182: Vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. (182)